Kurmes Dernegi Resmi Web Sitesi

Bir ‘kaçış’ hikayesi: Rojava nasıl boşaltılıyor?

Bir masanın etrafında toplanmış biri çocuk, toplam beş kişiyiz. Hiç konuşmadan, sessizce oturuyoruz. Sanki zaman durmuş, yaşam donmuş gibi... Karanlık çöktü, uzaktan belli belirsiz köpek havlamalarından başka bir ses yok! Göz ucuyla 'yol arkadaşlarımı' süzüyorum, hepsi derin düşüncelerde!


Karanlık iyice çökünce elektrik kesik olduğu için jeneratör çalıştırılıyor ve artık sadece jeneratör sesi var bu hayatta.
Bu masanın etrafında toplanmış bizler, daha önce bir birini hiç görmeyen, tanımayan ve yarın sabah muhtemelen bir daha asla göremeyecek, karşılaşamayacak olan bizler, hepimizin birbirinden farklı bir hikayesi mi var yoksa hepimiz paramparça edilmiş bir ülkenin hikayesinin birer parçası mıyız?

Sanki bir filmin dondurulmuş bir sahnesi gibiyiz.

Bizi bu masanın etrafında toplayan tek neden; yarın sabah hep birlikte sınırdan yapacağımız toplu 'kaçış'tır.

Uyku tüm ağırlığıyla göz kapaklarıma çöktü ama aklım fikrim yarınki 'kaçış'ta...

Bir süreden beri Rojava Kurdistan'ındayız.

Suriye'de savaş, iç çatışmalar, kaos, egemenlerin karanlık politikaları tüm yıkıcılığıyla sürerken bölgenin en güvenli, savaşın yıkımını yaşamayan yeri Rojava bölgesidir.

Fakat bir süreden beri başta Türkiye olmak üzere bölgenin diğer bazı devletleri sistemik olarak kendine 'cihadçı' diyen radikal islamcı çete gruplarını ağır silahlarla donatıp Rojava üzerine sürüyor.

Son zamanlarda Rojava'ya saldırılar artarken bir diğer taraftan 'savaş' gerekçe gösterilip Rojava'daki Kürt halkını göçe zorlama politikaları geliştiriliyor. İnsanlar, Türkiye ve Güney Kurdistan bölgesine gönderilmek için çok kirli politikalar uygulanmaktadır.

Aslında Rojava'da halkın göç etmesini gerektirecek çok kötü bir durum yok.

Çünkü şu an bile Suriye'nin en güvenli, en huzurlu bölgesi Rojava. Çete gruplarının yoğun saldırılarına rağmen Rojava'nın iç kesimlerinde bir savaş durumu yok, yerleşim alanları son derece güvenli, yaşam tüm renkliliğiyle sürmekte.

Bunu sağlayan ise halk savunma güçleri YPG ve YPJ. Çete saldırılarından çok önce kentlerin, nahiyelerin, köylerin savunması için tedbirlerini alan savunma güçleri, yapılan tüm saldırıları şehir dışında karşılayıp bertaraf edebiliyor. Çok güçlü bir savunma şeridi oluşturulmuş önceden. Ve çetelerin tüm gayretlerine, dış ülkelerin desteğine, propagandasına rağmen savaşı Rojava'nın iç kesimlerine bulaştırmamayı başarıyorlar.

Peki, hal böyleyken neden bazı insanlar Rojava'dan göç ediyor?

Bu konuda Rojava'da günlerdir görüşmeler yapıyoruz, bir çok kişi ve kurumla görüştük.

Yaptığımız tüm görüşmelerde bize anlatılan aşağı yukarı aynı: Rojava'da göç edenlerin farklı sebepleri var, sebep kesinlikle güvenlik ya da savaş değil.

Ve bu konuyu aydınlığa kavuşturan aslında YPJ komutanlarından Avesta Cotkar’ın şu sözleriydi: Bir savaş durumunda insanların can kaygısını anlayabilirim. Bu insani, son derece normal bir şeydir. Fakat bugün Rojava'da kaçanların durumu farklı bir durumdur. Bu kaçanların canına mal olabilecek bir savaş yaşanmıyor ki şehirlerimizde. İnsanlarımız normal işine, bahçesine gidip çalışıyor. Evet doğrudur, Suriye'deki durumdan, bize uygulanan ambargodan ötürü bazı ekonomik sıkıntılar, yönetim boşlukları, bazı küçük aksaklıklar yaşanıyor ama bu, vatanını, toprağını bırakıp kaçmak için bir neden değildir. O kaçan insanlar nereye kaçıyor? İstanbul ve diğer metropollere kaçıyorlar. İnsanlık dışı koşullarda yaşamayı kabul ediyorlar. Neden? Neden ülkeni, evini bırakıp kaçıyorsun? Kaçtığın yerde çok mu daha iyi şartlarda yaşıyorsun? Hayır, tam tersine, en pis işlerde seni bir köle gibi çalıştırıyorlar. Özellikle başka yaşamlara özenen genç erkekler kaçıyor. Ailesini bırakıp kaçıyorlar. İstanbul'a gidip 'biz savaş mağduruyoruz, bize yardım edin' diye insanlara el açıyorlar. Senin ülken burası, ülkene sahip çık, onurlu yaşa. Açlıktan kimse ölmemiş. Ha başka milletlerin kölesi, hizmetçisi olarak yaşayacağına burada açlıktan ölmek daha şereflice değil mi? Buradan İstanbul ve diğer şehirlerdeki Kürt halkına sesleniyorum: Gelip sizden yardım dileyen özellikle genç erkeklere tek bir soru sorun; Madem savaş var neden orada ülken için savaşmadın da bir korkak gibi kaçıp buraya geldin? Ve mümkünse onlara yardım olarak sadece ve sadece geri dönecekleri bir bilet alınsınlar.

Evet, kısacası durum buydu.

Peki, bu kaçan insanlar nasıl kaçıyordu?

İşte bunu öğrenmek için bizim 'kaçış' hikayemize dönelim.

Sabahın ilk ışıklarıyla gözlerimi açtım, Saat çok erkendi. Artık gün aydınlanmış, köpek havlamaları durmuş, bunun yerine köyün horozları ötüyordu.

Gün ağardığında sınırın ne kadar da yakın olduğunu görüp şaşırdım. Hemen karşımız Kilis'in köyleriymiş!

Dün birlikte buraya geldiğimiz kadın gazeteci arkadaşım da geldi bize katıldı.  Hızlıca arabalara atlayıp sınırı geçeceğimiz noktaya doğru ilerliyoruz toz duman içinde. Bir pikabın kasasında bir aileyle birlikte başladı yolculuk. Kısa bir ilerlemeden sonra şöfor aracı durdurup 'hadé hadé' diye hızlı hareketle ileri doğru koşmamızı söyledi. Arabadan inince ağaçlık alanda bizden başka insanların olduğunu da gördük. Onlar da ellerinde bohçalar, çantalarla gizlendikleri ağaçların altın çıkarak bizim şoförün gösterdiği yöne doğru koşmaya başladılar.

Küçük bir çukurun başına gelip tek tek, yerle bir olmuş tel örgülerin üzerinden atlamaya başladılar. Atlayanlar ‘kaçış’ı başarıyordu. Ben en arkada kalarak fotoğraf çekmeyi tercih edip sakince olan biteni anlamaya çalışıyordum. Tel örgülerinin öte tarafında iki tane beyaz renkli, sivil araç bekliyordu. Şebekenin karşı yöndeki ayağını oluşturan taksiciler olduğunu biraz sonra anlayacaktık. O araçların şoförleri de 'çabuk çabuk' diye insanlara hızlı hareket etmelerini söylüyordu. İnsanların yaklaşık yarısı tellerden geçtikten sonra silah sesleri geldi. Silah sesi gelince insanlar korkup tedirgin olmaya başladı. Karşıya geçmeye çalışan bir kaç kişi tekrar Suriye yönüne, geriye kaçtı. Bizi getiren şoför onlara kızıp ısrarla silah seslerine aldırmadan tel örgülerini aşıp karşıya geçmelerini bağırarak emrediyordu. Silah sesleri arttı, yaklaşmaya başladı ve yukarıdan bir Türk askeri göründü. Elindeki G3 silahıyla ateş ederek koşan asker, beyaz araçların yanına geldi. Onlara Türkçe, geçmenin yasak olduğunu bağırarak söylüyordu ama geçenlerin hiçbiri Türkçe bilmiyordu. Aşağıdan bir asker daha geldiğini görünce artık gidip askerlerle konuşmaya karar verdim. Aşağıdan gelen asker de bize bağırıp sakın telleri aşıp karşıya geçmememizi istiyordu. O da havaya ateş etmeye başladı. Gözümü karartıp telin üzerinde atlayarak yanına gittim ve ona ateş etmemesini söyledim. Asker de bizim gibi toz dumana bulanmıştı, üstü başı perişan haldeydi. Kulağımın dibinde sürekli ateş ediyordu. Ona bir kere daha ateş etmemesini söyleyince Türkçe konuştuğumu duydu ve ‘kimliğin var mı’ diye sordu. Çıkarıp basın kartımı gösterdim. Gazeteci olduğumuzu söyledim ve hala karşı tarafta kalan diğer gazeteci arkadaşıma izin vermesini söyledim. Ama asker ısrarla benim de karşıya geçmemi istiyordu. Ona, bir Türkiye vatandaşı olarak şuanda Kilis topraklarında bulunduğumu  ve yasal olarak özgürlüğümü kısıtlayıcı hiçbir hakkının olmadığını hatırlattım. Ayrıca gazeteci olarak burada şahit olduğum her şeyi kayıt altına aldığımı ve komutanıyla görüşmek istediğimi söyledim. Bunun üzerine asker sinirlenerek ‘s… bu devleti de, bu askerliği de, o…. ç…. Kendileri yukarda keyif yapıyorlar burada beni milletin üzerine sürüp askerliğimi yakacaklar’ şeklinde küfür edip silahını yere fırlattı. Bu arada gazeteci arkadaşım da bu tarafa geçti. Orada bekleyen araç sahipleri hemen araçlara  binip gitmemiz gerektiğini söylediler. Araçlara binip gitmeye çalışınca bir askeri aracın önümüzü kestiğini gördük. Beraberindeki askerlerle araçtan inen bir komutan önce, o biraz önce sinirlenip silahını yere atan askerle bir şeyler konuştu sonra  da yanımıza geldi ve araçlardan inmemizi istedi. İndik. ‘Aranızda Türkiye vatandaşı gazeteciler varmış, kimliğinizi gösterin’ dedi. Kimliğimizi gösterdik. Telefonla üst komutanını aradı, bir süre konuştuktan sonra geçişimize izin verdi. Bu arada araç sahipleriyle birbirlerini iyi tanıyorlarmış gibi çok samimi şekilde konuştuklarına şahit olduk. Arabalara tekrar binerek Kilis’e doğru yola koyulduk.

Araca binince araç sahibi gülerek küfür etti, sonra da ‘bıktım her gün aynı tiyatroyu oynamaktan’ dedi.

‘Ne tiyatrosu’ diye sorunca başladı anlatmaya: Abi bunlar tamamen tiyatro. Her gün aynı sahneyi yaşıyoruz. Bunların patronları Ankara değil mi? Karar orda alınıyor. Suriye tarafından bütün köylüleri bu tarafa geçirdiler. Neredeyse kimse kalmadı o tarafta. İnsanlar o taraftan bu tarafa geçmeye çalışınca da biraz önce yaptıkları gibi gariban erlere kurşun sıktırıp, yasakmış gibi insanlara önce eziyet ediyorlar sonra paşa paşa geçiriyorlar. Bak abi ben bu işi yapıyorum hergün. Kilis’ten sivil arabamı alıp sınıra geliyorum, doldurup garaja götürüyorum. Geçişlere izin vermeyen devlet olsa her şeyden önce ‘hergün sınır tellerinin orada ne işin var lan’ diye bana hesap sorar. Ama işin rengi başka. Biz zaten bu gariban askerlerin üstlerini görüyoruz, adam sakalını (para) alıyor, Ankara’nın resmi siyaseti de zaten geçişlere izin veriyor, ee sen burada neye hergün kurşun sıkıyorsun be gariban kardeşim. Başbakan her gün kendisi açıklamamıyor mu şu kadar mülteci yardımı yaptık, şu kadar çadır kent kurduk falan. Ee hal böyleyken bize ne tiyatro oynatıyorsun arkadaş. Sen, ben, diğeri, ötekisi hepimiz yolumuzu buluyoruz daha ne olsun?

Kilis’e girdik, şehirlerarası terminale doğru ilerliyoruz. Terminale varınca bizim gibi ‘kaçışı başarmış’ yüzlercesinin de orada olduğunu gördük. Ortalıkta çok sayıda insan simsarı da vardı. Herkes bir yerlere, belirsiz bir yaşama doğru yol almak için simsarlarla konuşuyordu…
Halil Deniz-Efrin (ANF)